Türkçede “eşit” kelimesinin kökeni eş; yani arkadaş, dost anlamına dayanır. Köken itibariyle bakıldığında bile öz olarak iki farklı şeyin ortak herhangi bir çerçevede bir arada olma durumudur. İnsanoğlu bağlamında konuya baktığımızda ise, yaradılış olarak her şey birbirinden farklıdır. İşte tüm dünya siyasetine ve uluslararası hukukta çelişki yaratan nokta burasıdır. Tüm insanların tek ortak yanı görünüş ve davranış itibariyle “insan” olmalıdır. Bu tek ortak platform doğal olarak küreselleşen ve ekonomik fayda odaklanan dünya siyaseti için yeterli gelmemektedir. Keza 16. yüzyılda yerlilerin insan kategorisine girip girmediği uzun yıllar tartışılmış, modernite kılıfıyla daha sonra bu ayıbın üstü örtülmüştür. Oysa ki sömürü ülkelerindeki insanları asla kapsamayan güçlü devletlerin esaslarını dayandırdıkları anayasalar; iktisadi ve beşeri açıdan sömürü devletine sağladıkları faydaya rağmen eşit insan kategorisine giremeyen insanların durumunun hukuksal olarak meşrulaşmasıdır. Tıpkı bu örnek gibi gerek cinsiyet gerek ırk gibi farklılıklar üzerinden insana dayalı normlar koşullara ve varolan durumların akışına göre şekillendirilmektedir; çünkü uluslararası hukuk ve ilişkili kavramlar siyasal güçlerin boyunduruğu altında anlamını kaybetmektedir.
Kendine benzemeyen her varlığı ötekileştirme iç güdüsü ile beslenen insanoğlu, bir çok parçaya ayrılmıştır. Yaradılıştan doğan farklılıklar insanları ayrıştırmak için yeterli olmuştur. Tüm dil bilimi ve tarih bu işlevi beslemiştir. Sadece insan olmak ile anlamlanan eşit; toplumlar, milletler, devletler ve bunları bağlı siyasi, hukuksal sistemde deforme olmuştur.
Uygarlığın başından beri yaradılış farkları en büyük siyaset araçlarından biri olmuştur. Bu kökensel farklılıkların aidiyet faşizmini desteklemesi; eşit kavramının Foucault’nun episteme üzerinden kavramları ele alması çerçevesinde değerlendirilebilinir. Foucault, bilginin geçiciliğini ve doğruluğunun kanıtlanamazlığını savunur. Her dönemin kendi bilgilerine göre belirlediği doğrular ve yanlışlar vardır. Her dönemin ‘episteme’sine yani bilgiyi tanımlama şekline egemen olan yasaları kendi üslubuyla, bir post-modernite olarak betimlemiştir. Foucault’a göre, Rönesans’a “benzerlik yasası” hükmederken, 17. yüzyılda “akıl” başlığı altındaki o zamana göre mantıklı yasalar görülmektedir. Bu bilgi tanımının da ilerleyen çağlarda yok olacağını savunur. Peki o zaman kendi çağımızda önümüze sunulan bilgi geçici, doğruyu veya yanlışı gösteremeyen tanımsız bir bilgi ise, yaşam için gerekli şeyleri nasıl oluşturacağız sorusu paradigma yaratmaktadır. Bu bağlamda eşitin uluslararası hukukta dayanak olduğu bir çok yasa, aslında tamamen benzeşliğin getirilerini bize sağlamamaktadır. Bu nedenle Batı'nın yüklediği bu tip üstü örtülü anlamlar aslında manadan uzaklaşmaktan başka bir şey değildir. İnsani müdahale kavramı ile tüm dünyaya ve insanlara ilişen Amerika'nın uluslararası hukuk anlayışı bir politikaya dönüşmüştür.
Kişisel ütopyam, eşit kavramının insanoğlu platformuna indirgenebilmesi için insanların maddi ve manevi anlamda savaşma eyleminden ve özellikle içgüdüsünden uzaklaşmasıdır. Bunun mümkünlüğü eşit genetiğe değil; ama yaratılmasını idealize ettiğim üst bir genetiğin varlığına dayanır. Bu ihtimal de eşit insanoğlunun eşit derecede besledikleri eşit barışcıl içgüdüler ile devam ettirebilinir; fakat bu da beni düşün zincirinin ilk basamağına, yani hiç bir insanoğlunun benzer yaratılmadığı gerçeğine götürmektedir. Bu aşırı hayalciliğin sonunda ise varolan düzenin bize örneklemediği eşit kavramının değişik bir siyasi ve hukuksal düzen ile varolabileceği fikri ise olası değişikliğin devrim sayesinde olması ihtimali çerçevesinde yine bir çıkmaza sürüklenmektedir; çünkü kişisel fikrim, tıpkı Fanon ile benzeştiği gibi, şiddet ile kurulan her toplumun tekrar şiddet doğuracağıdır.
Kavramları açıklarken bile “conduct of conduct” arasında sıkışan düşünce sistemimiz, eşitin ne olduğunu düşünebilecek kadar özgür mudur sorusu tartışma çerçevesinde kalıcı yerini benim adıma almıştır. Özgürleşebilmek için ise, eşit yani tüm yüklenenlerden kurtulmak gerekir. Şiddetsiz eylemin ahlaki olarak üstünlüğe sahip olduğuna ve pragmatik olarak en etkili yol olduğuna inan bir insan olarak teori ve pratik arasında çok büyük farklar oluşmaktadır.
Kendine benzemeyen her varlığı ötekileştirme iç güdüsü ile beslenen insanoğlu, bir çok parçaya ayrılmıştır. Yaradılıştan doğan farklılıklar insanları ayrıştırmak için yeterli olmuştur. Tüm dil bilimi ve tarih bu işlevi beslemiştir. Sadece insan olmak ile anlamlanan eşit; toplumlar, milletler, devletler ve bunları bağlı siyasi, hukuksal sistemde deforme olmuştur.
Uygarlığın başından beri yaradılış farkları en büyük siyaset araçlarından biri olmuştur. Bu kökensel farklılıkların aidiyet faşizmini desteklemesi; eşit kavramının Foucault’nun episteme üzerinden kavramları ele alması çerçevesinde değerlendirilebilinir. Foucault, bilginin geçiciliğini ve doğruluğunun kanıtlanamazlığını savunur. Her dönemin kendi bilgilerine göre belirlediği doğrular ve yanlışlar vardır. Her dönemin ‘episteme’sine yani bilgiyi tanımlama şekline egemen olan yasaları kendi üslubuyla, bir post-modernite olarak betimlemiştir. Foucault’a göre, Rönesans’a “benzerlik yasası” hükmederken, 17. yüzyılda “akıl” başlığı altındaki o zamana göre mantıklı yasalar görülmektedir. Bu bilgi tanımının da ilerleyen çağlarda yok olacağını savunur. Peki o zaman kendi çağımızda önümüze sunulan bilgi geçici, doğruyu veya yanlışı gösteremeyen tanımsız bir bilgi ise, yaşam için gerekli şeyleri nasıl oluşturacağız sorusu paradigma yaratmaktadır. Bu bağlamda eşitin uluslararası hukukta dayanak olduğu bir çok yasa, aslında tamamen benzeşliğin getirilerini bize sağlamamaktadır. Bu nedenle Batı'nın yüklediği bu tip üstü örtülü anlamlar aslında manadan uzaklaşmaktan başka bir şey değildir. İnsani müdahale kavramı ile tüm dünyaya ve insanlara ilişen Amerika'nın uluslararası hukuk anlayışı bir politikaya dönüşmüştür.
Kişisel ütopyam, eşit kavramının insanoğlu platformuna indirgenebilmesi için insanların maddi ve manevi anlamda savaşma eyleminden ve özellikle içgüdüsünden uzaklaşmasıdır. Bunun mümkünlüğü eşit genetiğe değil; ama yaratılmasını idealize ettiğim üst bir genetiğin varlığına dayanır. Bu ihtimal de eşit insanoğlunun eşit derecede besledikleri eşit barışcıl içgüdüler ile devam ettirebilinir; fakat bu da beni düşün zincirinin ilk basamağına, yani hiç bir insanoğlunun benzer yaratılmadığı gerçeğine götürmektedir. Bu aşırı hayalciliğin sonunda ise varolan düzenin bize örneklemediği eşit kavramının değişik bir siyasi ve hukuksal düzen ile varolabileceği fikri ise olası değişikliğin devrim sayesinde olması ihtimali çerçevesinde yine bir çıkmaza sürüklenmektedir; çünkü kişisel fikrim, tıpkı Fanon ile benzeştiği gibi, şiddet ile kurulan her toplumun tekrar şiddet doğuracağıdır.
Kavramları açıklarken bile “conduct of conduct” arasında sıkışan düşünce sistemimiz, eşitin ne olduğunu düşünebilecek kadar özgür mudur sorusu tartışma çerçevesinde kalıcı yerini benim adıma almıştır. Özgürleşebilmek için ise, eşit yani tüm yüklenenlerden kurtulmak gerekir. Şiddetsiz eylemin ahlaki olarak üstünlüğe sahip olduğuna ve pragmatik olarak en etkili yol olduğuna inan bir insan olarak teori ve pratik arasında çok büyük farklar oluşmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder